Efendimizin Dünyaya Teşrifleri



Yeryüzünü manevî bir karanlık kaplamıştı.

Mevcudat, beşerin zulüm ve vahşetinden âdeta mateme bürünmüştü. Gözyaşı döken gözler değil, ruh ve kalbler idi. Kalb ve ruhların keder, elem ve gözyaşına âlem de iştirak etmiş, sanki umumî yas ilân edilmişti!

Yeryüzü, saadetin, sevincin ve huzurun kaynağı olan "tevhid" inancından mahrumdu. Küfür ve şirk fırtınası, ruhları ve kalbleri kasıp kavurmuştu. Gönüllerde tek mâbud yerine, birçok bâtıl ilâh yer almıştı! Hakikî sahibini arayan ruhların feryadı ortalığı çınlatıyordu.

İnsanlar, birbirini yiyen canavarlar misâli vahşîleşmiş, küfür, şirk, cehalet ve zulüm bataklığında boğulmaya yüz tutmuşlardı. Zâlimin zulüm kamçısı altında mazlum inim inim inler hâle gelmişti.

Alem mahzun, varlıklar mahzun, gönüller mahzun ve sîmalar mahzundu.

Akıl, ruh ve kalbleri manevî kıskacı altına alıp olanca kuvvetiyle sıkan bu küfür ve şirke, bu dalâlet ve cehalete, bu hüzün ve sıkıntıya beşerin daha fazla katlanmasına Allah'ın sonsuz merhameti elbette müsaade edemezdi! Bütün bunlara son verecek bir zâtı, şefkat ve merhametinin bir eseri olarak elbette gönderecekti!

İşte, o zât geliyordu!

Dünyanın manevî şeklini beraberinde getirdiği nurla değiştirecek eşsiz insan, Allah'ın Son Peygamberi geliyordu!

Cin ve inse ebedî saadetin yolunu gösterecek Hz. Muhammed (s.a.v.) geliyordu!

O An...

Kâinat, hürmet ve haşyet içinde Efendisini beklemekte idi.

Her varlık, kendisine mahsus diliyle, hâl ve hareketiyle bu emsalsiz insana "hoşâmedî"de bulunmak üzere sevinç içinde hazır durumda idi.

Tarih: Milâdî 571, Nisan ayının 20'si. Fil Vak'asından 50 veya 55 gece sonra. Kamerî aylardan Rebiülevvel ayının 12. gecesi.

Mekke'de mütevazi bir ev. Günlerden Pazartesi. Vakit, vakitlerin sultanı seher vakti.

Bu mütevazi evde ve bu eşsiz vakitte muazzam ve eşsiz bir hâdise vuku buldu: Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed (s.a.v.), dünyaya gözlerini açtı!

Bu göz açışla birlikte âlem, sanki birden elem ve matemini unutarak sürura garkoldu. Karanlıklar, ânında nurla yırtıhverdi. Kâinat, sevinç ve heyecan içinde âdeta, "Doğdu ol saatte Sultanı Din/ Nura garkoldu semâvâtü zemin." diye haykırdı.

Annesinin Dilinden...

Yeryüzünde hiçbir anneye nasîb olmayan eşsiz şerefe mazhar kılınan azîz anne Hz. Âmine, o mes'ud ânı şöyle anlatır:

"Hamileliğimin altıncı ayında bir gece rüyada karşıma bir zât çıkıp dedi ki:

'"Ya Âmine!.. Bil ki, sen, âlemlerin hayrına hamilesin. Doğurunca ismini Muhammed koy ve hâlini hiç kimseye açma!'

"Derken, doğum zamanı gelmişti. Kayınbabam Abdûlmuttâlib, Kabe'yi tavafa gitmişti. Evdeydim. Birden kulağıma müthiş bir ses geldi. Korkudan eriyecek gibi oldum. Bir de ne göreyim: Bir beyaz kuş peydahlanıp yanıma geldi ve kanadıyla arkamı sıvadı. O andan itibaren bende korku kaygı adına hiçbir şey kalmadı. Yanıma bir göz attım: Bana bir ak kâse içinde şerbet sunuyorlar. Kâseyi dikip içer içmez beni bir nur (denizi) sardı. Ve Muhammed dünyaya geldi."41

Azîz anne, doğum sonrasını ise şöyle anlatır:

"Gördüm ki, doğuda bir bayrak, batıda bir bayrak ve Kabe'nin üstünde bir bayrak. Doğum tamamlanmıştı. Yavruya baktım: Secdede. Parmağını da göğe kaldırmış. Hemen bir ak bulut inip yavruyu kundakladı ve kapladı. Bir ses işittim: 'Doğuları ve batıları dolaştırın, deryaları gezdirin; tâ ki mahlûklar, Muhammed'i ismiyle, sıfatıyla, suretiyle tanısınlar!' Biraz sonra bulut gözden kaybolup gitti."42

Aynı gece Hz. Âmine, bir nur görmüş ve bu nurun aydınlığında Şam'ın saray ve köşklerini seyretmiştir.43

Şifa ve Fâtima Hâtûn 'un Müşahedeleri

Kâinatın Efendisi dünyaya teşrif buyurdukları sırada, azîz annesinin yanında Abdurrahmân b. Avf in annesi Şifa Hâtûn ile Osman b. Ebû'lÂs'ın annesi Fâtıma Hâtûn da vardı.

Ebelik vazifesinde bulunan Şifa Hâtûn, o andaki müşahedesini şöyle anlatır:

"Allah'ın Resulü doğdukları zaman ben oradaydım. Hemen yetiştim. Kulağıma bir ses geldi: 'Allah'ın rahmeti onun üzerine olsun.' Maşrık ile mağrıb arası nurla doldu. Hattâ, Rum diyarının bazı saraylarını gördüm! Sonra, Allah Resulünü kucağıma alıp emzirmeye başladım. Üzerime öyle bir hâl geldi ki, vücudum titremeye başladı ve gözlerim karardı. Yavrucağı gözden kaybettim. Bir ses, 'Nereye gitti?' diye sordu. 'Doğuya götürdüler' diye cevap verildi.

"Bu sözler hiç zihnimden çıkmadı. O zamana kadar ki, Allah Resulü peygamberliğini ilân eder etmez, hemen koştum ve ilk Müslümanlarla beraber îman dairesine girdim."44

Fâtıma Hâtûn ise, hâtırasında, o mes'ud gecede doğuma sahne olan evin nurla dolduğunu ve gökteki yıldızların âdeta üzerlerine salkım salkım dökülecekmiş gibi sarktıklarını anlatmıştır.45

Peygamber Efendimizin bir başka hususiyeti, sünnetli ve dünyaya göbeği kesilmiş olarak gelmiş olmasaydı.* Sırtında, iki kürek kemiği arasında, tam kalbinin hizasında nebîlik mührü "Hatemi Nübüvvet" bulunuyordu. Üzerleri tüylü, kabarık, kırmızımtırak inci gibi benlerin bir araya gelmesinden meydana gelmiş ve keklik yumurtası büyüklüğündeydi. Bu mühür, Resûli Ekrem Efendimizin beklenen son peygamber olduğunun bir alâmeti idi.

Ashabtan Sâib b. Yezid, Resûli Ekrem Efendimizin "Nübüvvet Mührü"yle ilgili olarak şöyle der:

"Çocukluğumda, teyzem beni Nebîyyi Ekrem'in (s.a.v.) yanına götürüp, 'Yâ Resûlallah!.. Şu yeğenimin ayağında ızdırabı var.' dedi. Resûlullah, eliyle başımı sığayıp, bana bereket dua etti. Sonra abdest aldı. Abdest suyundan içtim. Sonra arkasında durdum ve iki omuzu arasında, gerdek çadırının koca düğmeleri (yahut keklik yumurtası) gibi olan Hatemi Nübüvvet'i gördüm!"46

Rivayet edildiğine göre, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem de (a.s.) sünnetli olarak dünyaya gelmişti. Yine, kaynaklar, peygamberlerden Şit, Idris, Nuh, Musa, Yusuf, Süleyman, Şuayb, Yahya ve Hud (aleyhimüsselâm) hazeratının da dünyaya sünnetli olarak geldiklerini kaydederler.

Hz. Ali de (r.a.), Resûli Ekrem'i tarif ve tavsif ederken, "İki küreği arası enli, kendisinin peygamberlerin sonuncusu olduğu, kürekleri arasındaki peygamberlik hateminden belliydi." der.

Abdûlmuttâlib 'e Verilen Müjde...

Kâinatın Efendisi Peygamberimiz dünyaya geldiği sırada, dedesi Abdûlmuttâlib, Kabe civarında Kureyş'in ileri gelenlerinden birkaçıyla oturmuş, sohbet ediyordu.

Kendisine haber verildi. Son derece sevinen Abdûlmuttâlib, bir anda kendisini nur topu torununun yanında buldu: Kucakladı, öptü, kokladı. Sonra da, oğlu Ebû Tâlib'e teslim ederek, "Bu çocuk, sana emanettir. Bu oğlumun sânı şerefi yüce olacaktır." diye konuştu.

Abdûlmuttâlib, bu mes'ud hâdisenin hatırı için Kâinatın Efendisinin doğumunun yedinci günü, develer, davarlar kestirerek Mekke halkına üç öğün ziyafet çekti; ayrıca, şehrin her mahallesinde develer kurban ederek, insan ve hayvanların istifadesine bıraktı.

Nur Çocuğa İsim Verildi: Muhammed (s.a.v.)

Umumî ziyafetten sonra nur topu Efendimize ne ad koyduğunu, dedesinden sordular. Şu cevabı verdi:

"Muhammed..."

"Neden atalarından birinin ismini takmadın da bu ismi verdin?" dediler.

Cevabı şu oldu:

"Allah'ın ve insanların onu övmelerini istediğim için!.."

Gerçekten, Kâinatın Efendisi Peygamberimiz, Allah'ın, insanların ve meleklerin senasına eşsiz bir surette mazhar olmuş, dünya üzerinde tek şahsiyettir. Çünkü o, bu övgüye, bu alâka ve sevgiye ve bu hürmete lâyıktı. Bu medhi, bu muhabbeti; eşsiz îmanı, irfanı, ibâdeti, sadâkati, takvası, emaneti, cehd ve gayreti, ihlâs ve samimiyeti ve en güzel, en üstün ahlakıyla haketmişti. Bunun içindir ki onun medih makamına erişecek hiçbir fânî olmamış ve olamaz.


--------------------------------------------------------------------------------

DÜNYAYA TEŞRİFLERİ SIRASINDA MEYDANA GELEN HÂRİKA HÂDİSELER

Kâinatta en büyük hâdise, hiç şüphe yok ki, Kâinatın Efendisi Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (s.a.v.) dünyaya teşrifleri hadisesidir.

Çünkü, hilkat ağacının çekirdeği odur. Kadîri Zülcelâl, onun gelişini takdir etmemiş olsaydı, kâinat da, insan da olmayacaktı; dolayısıyla, imtihan dünyasının kapısı da açılmayacaktı. "Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla bakılırsa, Nuru Muhammedi, o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir. Eğer o âlemi kebir, bir şecere tahayyül edilirse, Nuru Muhammedi, hem çekirdeği, hem semeresi [meyvesi] olur. Eğer dünya, mücessem bir zîhayat farzedilirse, o nur onun ruhu olur. Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur."47

İşte, "Sen olmasaydın ey Habîbim, felekleri [kâinatı] yaratmazdım!" kutsî hadîsi, bu sırra işaret etmektedir.

Ayrıca, Efendimizin risâleti, diğer peygamberler gibi hususî değil, umumî ve cihanşümuldur. Buna binâen, elbette, dünyaya teşrifleri esnasında birtakım hârika hâdiseler vücuda gelecekti; ve bu hâdiseler, akıl ve basiret sahiplerini düşünceye sevkedecekti!

Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevîi Nuriye, s. 106.

ebîyyi Ekrem Efendimizin dünyaya teşrifleri esnasında belli başlı şu hârika hâdiseler meydana geldi:

Teşrif Ettikleri Gece Bir Yıldız Doğdu

Yahudiler arasında birçok âlim vardı. Bunlar, kitaplarında Allah Resulünün geleceğini görüp, öğrenmişlerdi. Yıldızlardan hüküm çıkarmada da usta sayılırlardı. Efendimizin doğumu gecesinde bir yıldız parlamış ve Yahudî âlimler bu yıldızdan Âhirzaman Peygamberinin dünyaya teşrif ettiklerini anlamışlardı.

Resûli Zîşan'ın meşhur şâiri Hassan b. Sabit (r.a.), bu hususu şöyle anlatmıştır:

"Ben, sekiz yaşlarında var, yoktum. Biliyorum. Bir sabah vakti, Yahudînin biri 'Hey Yahudiler!..' diye çığlık atarak koşuyordu. Yahudîler, 'Ne var, ne yırtınıyorsun?' diyerek adamın başına üşüştüler. Yahudî şöyle haykırıyordu:

"'Haberiniz olsun: Ahmed'in yıldızı bu gece doğdu! Ahmed bu gece dünyaya geldi.'"48

İbni Sa'd'ın naklettiği konuyla ilgili bir rivayette ise, şöyle denilmektedir:

"Mekke'de oturan bir Yahudî vardı. Allah Resulünün doğdukları gecenin sabahı Kureyşlilerin karşısına çıktı ve sordu: 'Bu gece kabilenizden bir oğlan çocuk doğdu mu?' Kureyşliler, 'Bilmiyoruz.' cevabını verince, adam sözlerine devam etti: 'Varın, gidin, soruşturun, arayın. Bu ümmetin peygamberi bu gece doğdu. Sırtında alâmeti var.'

"Kureyşliler, varıp soruşturdular ve gelip Yahudîye haber verdiler: 'Bu gece Abdullah'ın bir oğlu dünyaya geldi; sırtında bir nişan var.'

"Yahudi, gidip peygamberlik alâmetini gördü; ve aklını kaybetmişçesine şöyle haykırdı:

'"Peygamberlik artık İsrail Oğullarından gitti! Kureyşlilere öyle bir devlet gelecek ki, haberi doğudan batıya kadar ulaşacaktır.'"49

Demek, gök kubbe, pırıl pırıl yıldız kandilleriyle, Resûli Kibriya Efendimizin gelişini alkışlıyordu.

Medayin 'deki Kisrâ Sarayından 14 Burç Çatırdayarak Yıkıldı

Kâinatın Efendisinin doğduğu geceydi. Saatler, doğum anlarını gösteriyordu.

Derin uykuya dalan Medayin şehri, korkunç bir çatırtı ve gürültü sesiyle uyandı. Hükümdarla birlikte halk da heyecan içinde yataklarından fırladı. Manzara korkunçtu ve telâş verici idi: Hükümdar Sarayının o sapasağlam burçlarından 14'ü, çatırdayarak yıkılıvermişti!

Geceyi korkular içinde geçiren Kisrâ, sabaha çıkar çıkmaz memleketinin dinî reislerini derhâl bir toplantıya çağırdı. Toplantıda, cereyan eden hâdisenin neyin nesi olduğunu görüşeceklerdi.

Kisrâ, tacını giymiş, tahtına oturmuştu. Henüz müzâkereye başlamamışlardı ki, doludizgin yaklaşan bir atlı, elinde bir mektup getirdi. Mektupta, İstahrabat'ta binlerce seneden beri ışıl ışıl yanan ateşlerinin söndüğü haber veriliyordu.

Bu haber, Kisrânın korku ve heyecanını daha da artırdı.

Bu sırada toplantıda bulunan İran Başkadısı Mûbezan, söz alarak, gördüğü bir rüyayı anlattı: "Gördüm ki, yüzlerce kükremiş deve, önlerinde şaha kalkmış Arap atları olduğu hâlde Dicle suyunu geçti ve İran topraklarına yayıldılar.'*

Kisrâ, doğru sözlü, bilgili ve adaletli Mûbezan'ın bu rüyasını da manâlı buldu. Sinirleri fazlasıyla gerilmişti. Bu muammayı çözmek istiyordu. Bilgisine ve irfanına güvendiği Mûbezan'a sordu: "Peki, bu, neye işaret olabilir?"

Başkadının cevabı kısa ve öz oldu: "Araplar tarafından çok önemli bir şeyler olacağına işaret olabilir!"

Kisrâ, bunun üzerine derhâl Hire Valisi Numan b. Münzir'e bir mektup yazdı. Mektupta, "Bana orada bulunan âlimlerden, suallerime cevap verebilecek kudrette biri varsa gönder!" diyordu.

Mektubu alan Numan, işin ciddiyetini anladı ve derhâl Abdû'1Mesih b. Amr adında bir bilgini Medayin'e gönderdi.

Gelen âlimi, hükümdar, derhâl huzura kabul etti. Cereyan eden hâdiseleri anlattıktan sonra, kendisinden bu hususta bilgi istedi.

Abdû'lMesih, Kisrâya, hâdiseler hakkında bir bilgi veremeyeceğini söyledi ve ilâve etti: "Şam yakınında Cabiye'de oturan dayım Satih'te, bunilara cevap verecek bilgi vardır."

Bunun üzerine Kisrâ, Abdû'lMesih'i, gidip, Satih'ten hâdiseler hakkında bilgi almak üzere vazifelendirdi.

Meşhur Şam Kâhini Satih, kemiksiz, âdeta âzâsız bir vücut, yüzü göğsü içinde bir acubei hilkat ve çok yaşlı bir kâhindi. Dâima sırtüstü yatardı. Bir yere götürülmek istendiği zaman bohça gibi katlanırdı. Gaibten verdiği doğru haberler, o zamanın insanları arasında meşhurdu.

Abdû'lMesih, dağ taş demeden yol alarak, dayısı Satih'in yanına vardı. O sırada Satih, hayatının son anlarını yaşıyor, şiddetli hastalık içinde kıvranıyordu. Hastalığın şiddeti dudaklarından konuşma kudretini de alıp götürmüştü ki, gelen adamın ne selâmını alabildi ve ne de konuşabildi.

Fakat, Abdû'lMesih olup bitenleri anlatınca, iş birden değişiverdi. Ölüm döşeğinde ecelle pençeleşen Satih, gözlerini birden açtı ve sanki kabir kapısına değil, dünya evinin kapısına yeni ayak basacakmış gibi canlanarak heyecan içinde haykırdı: "Ey Abdû'lMesih!.. İlâhî vahyin okunması çoğalacak! Asâ'nın sahibi, peygamber olarak gönderildi. Semâve Vadisini su bastı, Farsların ateşi söndü. Artık Şam da Şam değil Satih için... Şunu bil ki, zaman üzerinde hükmü geçerli olan Mutlak Hâkim, böyle istedi ve gelen peygamberle nebîlik ipinin iki ucunu düğümledi." Derin bir nefes çektikten sonra da ilâve etti: "Sasanîlerden, yıkılan burç sayısınca hükümdar gelecek ve sonra hüküm yerini bulacaktır."50

Bu cümleler, Satih'in dudaklarından dökülen son sözler oldu. Sanki bu gerçeği dile getirmek için bekleyip durmuştu. Sözlerini bitirir bitirmez gözlerini kapadı ve ruhunu Yüce Allah'a teslim etti.

Meşhur Kâhin Satih, bu sözleriyle, açıkça, Âhirzaman Peygamberinin dünyaya gelmiş olduğun haber veriyordu.

O âna kadar bir benzeri görülmemiş bu hâdise, dünyaya o gece şeref veren zâtın, beraberinde getirdiği sönmez nurla, Mazdeizmin karanlık inancı içinde kıvranan İran saltanatını ortaran kaldıracağına işaretti. Nitekim, tarih buna da şâhid oldu ve hâdiseler Satih'in haber verdiği gibi cereyan etti: İran Devleti, 67 yıl süren 14 hükümdarın idaresinden sonra, Kadisiyye'de Hatemû'lEnbiya'nın ordusu tarafından İslâm topraklarına katıldı.

Mezdek (Mazdek) adında birinin kurduğu, eski İran'da dinî bir mezheptir. Zerdüşt tarafından va'zedilen Maniheizmin ıslah edilmiş bir şekli olarak gören ve kabul edenler de vardır. Bu mezhebin bilinen belli başlı hususiyeti, mülkte ve kadınlarda iştiraki kabul etmesidir. Bunun yanında, zühdle ilgili olarak hayvanları öldürmek ve etini yemek de, bu mezhebin yasakladığı şeyler arasındadır (islâm Ansiklopedisi, c. 8, s. 201205).

Kabe 'nin İçini Karanlık ve Kirlere Boğan Putların Pek Çoğu Başaşağı Yıkıldı

Kureyş müşrikleri, yeryüzünde Allah'ın tek mâbud oluşunun içinde ve üstünde ilk olarak âbideleştiği Kabe'yi, putlarla, karanlıklara boğmuşlardı. Ne var ki, henüz Tevhid Temsilcisi Resûli Kibriya'nın dünyaya gözlerini açması karşısında bile, çoğu, yerlerine kurşunla perçinlenmiş bu putlar, hâdisenin azametine dayanamayarak yerlere yıkılıverdiler.

Bu hâdisenin ifade ettiği mânâ büyüktü: Dünyaya teşrif eden bu zât, kendisine verilecek vazife gereği, kapkaranlık şirk inancını ortadan kaldıracak, gönüllerde pâk, nezih ve saadet dolu tevhid inancını bayraklaştıracaktır.

Dünya buna da şah id oldu: O Resûli Zîşan, kısa zamanda Kabe'yi cansız putlardan temizlediği gibi, gönüllerdeki putları da İslâm îmanıylayok ediverdi.

İstahrabat 'ta Bin Seneden Beri Yanmakta Olan, Mecûsîlerin Kocaman Ateş Yığınları Bir Anda Sönüverdi

Mecûsîler, bu ateş yığınını kendilerine ilâh kabul etmişlerdi. Efendimizin dünyaya teşrifleriyle birlikte bu kocaman ateş, sanki okyanusların istilâsına uğramış basit bir ateşmiş gibi sönüverdi.

Demek ki, gelen zât, putperestlik gibi, ateşperesti iği de bir çırpıda ortadan kaldıracak ve yeryüzünü tevhid meş'alesiyle aydınlatacaktı.

Takdis Edilen Meşhur Save (Taberiyye) Gölü Bir Anda Kuruyuverdi

Bu da, gelen zâtın, Allah'ın izniyle olmayan şeylerin takdis edilmesini yasaklayacağının ifadesiydi.

Dünyaya Teşrifleri Ânında, Şark ve Garbı Küçük Bir Oda Gibi Aydınlatan Bir Nur Görüldü

Demek ki, dünyaya gelen zâtın tebliğ edeceği din, şark ve garbı bütün ihtişamıyla kucaklayacak, insanlığın beşte birini şefkatle sinesinde terbiye edip okşayacaktı.

Semave Vadisi, Taşarı Seller Altında Kalıp Suya Gar koldu

Resûli Kibriya Efendimizin dünyaya gözlerini açtıkları geceydi.

Taşan seller Semave Vadisi ve Semave şehrini sular altında bıraktı. Şehir halkı, dehşet içinde kalarak, çâreyi dağlara ve tepelere sığınmakta buldu. Sonra da, bir mektup yazarak, durumu Kisrâya bildirdiler ve kendisinden yiyecek ve içecek yardımı istediler.

Gök Kubbeden Salkım Salkım Yıldızlar Döküldü

Nebîyyi Ekrem Efendimizin dünyaya teşrifleri gecesinde, hazan yaprağı gibi, gök kubbeden yıldızlar döküldü.51 Bu hâdise de şuna işaret ediyordu:

Bundan böyle şeytan ve cinlerin gökten haber almaları son bulmuştur! "Madem Resûli Ekrem (a.s.m.), vahiyle dünyaya çıktı; elbette yarım yamalak ve yalanlarla karışık, kâhinlerin ve gaibten haber verenlerin ve cinlerin ihbaratına [haberlerine] set çekmek lâzımdır ki, vahye bir şüphe iras etmesinler ve vahye benzemesin. Evet, bi'setten evvel kâhinlik çoktu. Kur'ân, nazil olduktan sonra onlara hatime çekti; hattâ çok kâhinler îmana geldiler. Çünkü, daha cinler taifesinden olan muhbirlerini bulamadılar."52

O âna kadar görülmemiş bu hâdiselerin, Resûli Ekrem'in doğumu sırasında meydana gelmeleri, elbette tesadüfi değildi. Ezelî Kudret'in kader kaleminin tâyin ve tesbitiyle vücuda geliyorlardı ve dünyaya, Âhirzaman Peygamberi Hz. Muhammed'in (s.a.v.) zuhurunu haber veriyorlardı!


--------------------------------------------------------------------------------

41 Kastalânî, elMevahibû'lLedünniyye, c. 1, s. 21.

42 Kastalânî, A.g.e., c. 1, s. 21.

43 İbni Hişam, Sîre, c. 1, s. 166; İbni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 102; Taberî,Tarih, c. 2, s. 125.

44 Kastalânî, A.g.e., c. 1, s. 22.

45 Kaadı Iyaz, Şifa, c. 1, s. 267.

46 Buharı, Sahih, c. 1, s. 48; Müslim, Sahih. c. 7, s. 86.

48 Kastalânî, Mevahibû'lLedünniyye, c. 1, s. 22.

49 Ibni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 162163.

51 Taberî, Tarih, c. 2, s. 131; Kaadı Iyaz, Şifa, c. 1, s. 726733; Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 161163.

52 Bediüzzaman Said Nursî, A.g.e., s. 163. 


Efendimizin Pak Nesebleri


Cenâbı Hakk, insanlığın babası Hz. Adem'i yaratmıştı.
Başını kaldırıp bakan Âdem (a.s.), Arşı Âlâ'da muazzam bir nurla bir isim yazılı gördü: "Ahmed."
Merak edip sordu: "Yâ RabbiL Bu nur nedir?"
Allah Teâlâ buyurdu: "Bu, senin zürriyetinden bir peygamberin nurudur ki, onun ismi göklerde Ahmed ve yerlerde Muhammed'dir. Eğer o olmasaydı, seni yaratmazdım!"1
îmanımızla kabul ettiğimiz bu muazzam gerçeği, milyarlar sene sonra gelen gelen o nurun sahibi de, bütün açıklığıyla ifade buyurmuşlardır.
Bir gün ashabtan Abdullah b. Câbir (r.a.), "Yâ Resûlallah!.." dedi, "Bana, Allah'ın, her şeyden evvel yarattığı şey nedir, söyler misin?"
Şu cevabı verdiler:
"Her şeyden evvel senin Peygamberinin nurunu, Kendi nurundan yarattı. Nur, Allah'ın kudretiyle dilediği gibi gezerdi. O zaman ne Levh, ne kalem, ne Cennet, ne Cehennem, ne melek, ne semâ, ne arz, ne güneş, ne ay, ne insan ve ne de cin vardı."2
Semâyı bütün haşmetiyle aydınlatan nur, sonra ilk olarak Hz. Adem'in alnında parladı. Sonra peygamberden peygambere geçerek Hz. İbrahim'e (a.s.) kadar geldi. Ondan da oğlu Hz. İsmail'e intikal etti."Peygamberlerin Babası" olarak anılan Hz. İbrahim'in iki oğlu vardı: İshak ve İsmail (a.s.). O, oğlu İshak'ın neslinden birçok peygamberin geleceğini Cenabı Hakk'ın ilhamıyla bilmişti. Ancak, çok sevdiği Hacer'den dünyaya gelen oğlu İsmail'in (a.s.) neslinden peygamber gelip gelmeyeceği meçhuli idi.
Bununla birlikte, âhirzamanda büyük bir peygamberin gönderileceğini de biliyordu. Bu sebeple de, Son Peygamber'in, çok sevdiği oğlu İsmail'in neslinden gelmesini şiddetle arzu ediyordu.
İlk banisi Hz. Âdem olan yeryüzünün ilk mabedi Kabe, uzun zamanın geçmesiyle yıkılmış, âdeta yerle bir olmuştu. Hz. İbrahim, bu mukaddes binanın tekrar inşası için Cenâbı Hakk'tan emir aldı ve oğlu İsmail'le birlikte derhâl çalışmaya koyuldu.
Kabe'nin inşası tamamlanınca, baba oğul ellerini dergâhı İlâhî'ye açarak şöyle yalvardılar:
"Ey Rabbimiz!.. Neslimizden gelen Müslüman ümmet içinden bir peygamber gönder; ki o, onlara âyetlerini okusun, Kitab'ı ve hükümlerini öğretsin, onları günahlardan temizlesin!"3
İşte, Cenâbı Hakk, yapılan bu samimî duayı cevapsız bırakmadı ve Hz. İsmail'in neslinden, Peygamberlerin Reisi Hz. Muhammed'i (s.a.v.) göndererek kabul etti. Bu gerçeği bizzat Kâinatın Efendisi, "Ben, babam İbrahim'in duasıyım."4 diyerek ifade buyurmuşlardır.
Hz. İsmail'in evlâd ve torunları gittikçe çoğaldı ve Arap Yarımadasının her tarafına dağıldı. İçlerinden Adnan Oğulları, onlar içinden Mudar Oğulları ve onlar içinden de Kureyş Kabilesi diğerlerinden üstün ve farklı oldu. Kureyş Kabîlesi içinde ise, Haşîmîler kolu, hepsinden daha çok fazilet ve şeref buldu.
Bu gerçeği de bizzat kendileri şu şekilde ifade buyurmuşlardır:
"Allah, İbrahim Oğullarından İsmail'i, İsmail Oğullarından Kinane Oğullarını, Kinane Oğullarından da Kureyş'i, Kureyş'ten de Benî Haşîm'i, Benî Haşîm'den de beni seçmiştir."5
Bütün kaynakların ittifakla belirttikleri, Kâinatın Efendisinin 20. dedesine kadar uzanan neseb silsilesi şöyledir:
"Muhammed (s.a.v.), Abdullah, Abdûlmuttâlib (asıl ismi Şeybe), Haşîm, Abdi Menaf [Muğîre], Kusay, Kilab, Mürre, Kâb, Lüeyy, Galib, Fihr, Mâlik, Nadr, Kinane, Huzeyme, Müdrike [Amir], İlyas, Mudar, Nizar, Maad, Adnan."6
İşte, Fahri Kâinat Efendimizin büyük dedeleri, bu zâtlardı. Her birinin zürriyeti çoğalmış ve her biri pek çok cemaatin reisi, birçok kabîle ve aşiretin dedesi ve babası olmuşlardır.
Ancak, ne vakit birinin iki oğlu olsa veya bir kabîle iki kola ayrılsa, Sevgili Peygamberimizin soyu en şerefli ve en hayırlı olan tarafta bulunur ve her asırda onun büyük dedesi kim ise yüzünde parlayan müstesna nurdan bilinirdi.
Yirminci Dededen Sonraki Neseb Çizgisi
Neseb âlimlerince, Peygamber Efendimizin 20. dedesi olan Adnan'ın, Hz. İbrahim'in neslinden olduğu ittifakla kabul edilmektedir. Adnan ile İbrahim (a.s.) arasında uzun bir zaman mesafesi vardır. Bir kısım neseb âlimleri arada 40 batın [gö­bek] bulunduğunu belirtirler.7
Buna binâen, aradaki zaman biriminin ne kadar uzun oldu­ğunu az çok tasavvur etmek mümkündür.
Bu sebeple, Resûli Ekrem Efendimizin 20. dedesi Adnan'­dan Hz. İbrahim'e kadar olan ikinci kademe neseb silsilesi, ba­samak basamak tesbit edilememiştir. Bazı neseb âlimleri yedi, bazısı da dokuz göbekte Hz. İsmail'e Peygamber Efendimizin nesebini vardırmışlardır. Haliyle bu, arada birçok basamağın atlandığını ortaya koyar.
Adnan 'dan Hz. İbrahim 'e kadar
Bazı âlimler, Peygamber Efendimizin, Adnan'dan Hz. İbra­him'e vardırdıkları ikinci kademe neseb silsilesini şöyle sıra­larlar:
Adnan
Udd (veya Udad)
Mukavvim
Nah ur (veya Sarih)
Teyrah
Ya'ruh
Yeşcub
Nabit
İsmail (a.s.)
İbrahim (a.s.)8
Ayrıca, İbni İshak, bundan sonra da Resûli Ekrem Efendi­mizin neseb silsilesini tâ Âdem'e (a.s.) kadar götürür.9 Ancak, belirtelim ki, diğer kaynaklar bu silsile üzerinde ittifak etmiş değillerdir.

2 Kastalanî, Mevahibû'lLedünniye, c. 1, s. 6. Kastalanî, A.g.e., c. 1, s. 7.
3 Bakara, 129.
4 ibni Hişam, Sîre, c. 1, s. 175; Taberî, Tarih, c. 2, s. 128. 
5 Ibni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 20; Müslim, Sahih, c. 7, s. 58.
6 İbni Hişam, Sîre, c. 1, s. 13; ibni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 5556; Belâzurî,
Ensabû'lEşraf, c. 1, s. 12 v.d.; Taberî, Tarih, c. 2, s. 172180. 
7 Mevlânâ Şiblî, Asrı Saadet, c. 1, s. 119.
8 Ibni Hişam, Sîre, c. 1, s. 2; libni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 56.
9 ibni Hişam, Sîre, c. 1, s. 24.

Efendimizin Meşhur Dedeleri



Şüphesiz, Kâinatın Efendisinin nurunu alnında İlâhî bir emanet olarak taşıyan atalarının tamamı hakkında fazla bir bilgimiz yoktur. Atalarından en çok bilgi sahibi olduklarımız ise, ona zaman bakımından en yakın olanlarıdır. Burada onların hayat ve şahsiyetlerine kısa bir göz atmak yerinde olacaktır.

KUSAY

Peygamber Efendimizin, asıl ismi Zeyd olan dördüncü kuşaktaki dedesi Kusay, mühim bir şahsiyetti. Kendisinin sâdece Zühre adında erkek kardeşi vardı.

Hz. Âdem'den beri devam edip gelen Nur-u Ahmedî'yi alnında taşıma şerefi, bu iki kardeşten Kusay'a ihsan edilmişti. Büyük oğul olduğu için, ailenin reisliği vazifesi de kendisine verilmişti. Küçüklüğünden beri kabiliyetiyle dikkatleri üzerinde toplayan Kusay, büyüyünce Mekke'nin ileri gelen şahsiyetlerinden biri oldu. Teşkilâtçılığı, idareciliği, adaletli kararlan ile kısa zamanda Mekke halkı arasında büyük bir itimat kazandı. Bu sebeple Mekke'nin idaresi ona verildi. Mekke'yi ilk defa mahallelere o böldü; her kabîleyi, kendilerine ayırdığı mahallelere o yerleştirdi. Mekke'nin en mühim işleri onun evinde görüşülüp karara bağlanırdı. Kabe'nin perdedarlığı, hacıların su ihtiyacının karşılanması, onların ağırlanması, savaşa giderken bayrak dikme ve Mekke Meclisini idare etmek gibi mühim işler, ona emanet edilmişti. Kabe'nin karşısında ve kapısı Kabe'ye bakan ilk ev, onun için inşa edilmişti. Bu ev, Mekke'nin bir nevi hükümet binası veya içinde Mekke Şehir Devletinin her türlü iş ve meselelerinin görüşüldüğü bir parlamento idi. Kusay'ın bu konağı, tarihte "Dârû'n Nedve" ismiyle şöhret bulmuş ve Hicret'ten yarım asır sonrasına kadar da muhafaza edilmiştir.

Kusay, Mekke'de istisnasız herkes tarafından sevilir, sayılırdı. Alnında taşıdığı Fahr-i Kâinat Efendimize âit nuru, onu bütün Mekke halkının sevgilisi ve can dostu hâline getirmişti.

Yaşlanınca, âdetleri üzere aile reisliği vazifesini en büyük oğlu Abdû'd-Dâr'a, "Sevgili oğlum!.. Seni bu kavme reis tâyin ediyorum." diyerek teslim etti.

Ne var ki, Abdû'd-Dâr, bu büyük vazifeyi yürütecek kabiliyete sahip değildi. Hayatı boyunca da babasının yerini dolduramadı. Çünkü, Fahr-i Kâinat Efendimizin kutsî nuru onun değil, küçük kardeşi Abd-i Menafin alnında parlıyordu. Onun da dört oğlu vardı: Haşîm, Abdû'ş-Şems, Muttâlib ve Nevfel.10

HAŞÎM

Haşîm, Resûl-i Ekrem Efendimizin ikinci kuşaktan dedesi-dir.

Mekke'nin ileri gelen eşrafından olan Haşîm, ticaretle uğraşırdı. Hedefine oldukça yaklaştığı için Nur-u Muhammedî onun alnında daha haşmetli bir surette parlıyordu. Bu parlaklığı nisbetinde birçok üstün fazileti de üzerinde taşırdı.

Son derece cömertti. Bir kıtlık yılında Mekke'de ekmek bulunmaz olmuştu. O, Şam'dan getirdiği has buğday unundan bembeyaz ekmekler yaptırmış, birçok deve ve koyun kestirmiş, ekmek, et ve et suyu [tirit] ile bütün Mekke halkına büyük bir ziyafet çekmişti.

Haşîm, üstün seciyeli, kabiliyetli, dirayetli, cömert, faziletli ve herkes tarafından sevilen sayılan yüksek bir şahsiyetin sâhibi olduğu için, ismi, ailesine ve soyuna ad olmuştur. Bu sebeple, Fahr-i Kâinat Efendimizin de arasında bulundukları bu yüce soya, kendilerinden sonra "Haşîmîler" denilmiştir.

Haşîm'in dört erkek çocuğu olmuştu: Şeybe [Abdûlmuttâlib], Esed, Ebû Sayfi ve Nadle.11

Haşîm'in sâdece erkek çocuklarından Şeybe ile Esed zürriyet vermiş, diğerleri çoğalmamalardır. Şeybe, Resûl-i Ekrem E-fendimizin birinci kuşaktaki dedesidir. Esed ise, Hz. Ali ve annesi Fâtıma'nın dayısıdır.

Ne var ki, Esed sulbünden dünyaya gelen Hüneyn de zürriyet bırakmayınca, bütün Haşîmîler sâdece Abdûlmuttâlib Oğulları kolundan gelerek çoğalmış ve yeryüzüne dağılmışlardır.12

ŞEYBE [ABDÛLMUTTÂLİB]

Peygamber Efendimizin birinci kuşaktaki dedesidir. Doğuştan ak saçlı olduğundan kendisine "Şeybe" ismini vermişlerdi. Abdûlmuttâlib, onun lâkabıdır; ancak daha çok bu lâkabla şöhret bulmuş ve anılmıştır.

Bu lâkabı alışının hikâyesi şöyle anlatılır:

Şeybe, küçüklüğünde Medine'de dayılarının yanında kalıyordu. Bir gün mahalle arkadaşları, diğer çocuklarla, Medine'de bir meydanda ok atışı yapıyorlardı. Bütün çocuklar arasında, alnında parlayan Kâinatın Efendisine âit nur sebebiyle rahatlıkla farkediliyordu. Çocukların bu yarışmasını seyretmek için büyüklerden bir kalabalık da orada toplanmış bulunuyordu.

Ok atma sırası Şeybe'ye gelmişti. Okunu yayına yerleştirdi. Kendinden emin bir tavırla yayını gerdi. Bir an nefesini kesip yayını salıverdi. Yaydan fırlayan ok, hedefe tam isabet etmişti!

Herkes hayranlık dolu bakışlarla kendisine bakarken, o ise bu başarıdan duyduğu sevinç ve heyecanı şu sözlerle dile getiriyordu:

"Ben, Haşîm'in oğluyum! Ben, (Betha) Beyinin oğluyum! Okum elbette hedefini bulur!"

Seyre gelen büyükler, Şeybe'nin bu övücü sözlerini duydular. Haris bin Abd-i Menaf Oğullarından biri yanına yaklaştı ve sorup sual ederek onun Haşîm'in oğlu olduğunu öğrendi. Mekke'ye dönüşünde bu adaım, durumu amcası Muttâlib'e anlattı ve böylesine kabiliyetli ve zekî bir çocuğun yabancı ilde bırakılmasının doğru olmayacağını belirtti.

Muttâlib, bu haber üzerine derhâl Medine'ye vardı. Şeybe'yi alarak Mekke'ye getirdi. Muttâlib, terkisinde yeğeni Şeybe'yle Mekke sokaklarına girerken sordular: "Bu çocuk kim?"

Göz değmesinden korkan Muttâlib'in ağzından, "Kölemdir." sözü çıktı.

Evine gelince, karısı Hatice de kendisine aynı soruyu yöneltti. Yine cevabı, "Kölemdir." oldu.

Ertesi gün amcasının kendisine aldığı güzel elbiselerle Mekke sokaklarında dolaşmaya başlayınca, herkes onun kim olduğunu merak etmeye ve sormaya başladı. Bilenler, "Abdûlmut-tâlib [Muttâlib'in Kölesi]." diye cevap veriyorlardı.

İşte, böylece o günden sonra, her ne kadar kim olduğu bilâhare ortaya çıktıysa da, Şeybe'nin adı "Abdû'l-Muttâlib [Muttâlib'in Kölesi]" olarak kaldı.13

Abdûlmuttâlib 'in Rüyası

Aradan yıllar geçti.

Alnında parlayan Kâinatın Efendisine âit nur, onu Kureyş'in reisliği makamına getirip oturttu.

Sıcak bir yaz günü idi.

Kabe'nin yanındaki Hıcr mevkiinde serin bir gölgede uyuyordu. Bir rüya gördü. Rüyasında bir zât, kendisine şöyle seslendi:

"Kalk, Tayyibe'yi kaz!" Sordu: "Tayyibe nedir?" Fakat, o zât, sorusuna hiçbir cevap vermeden uzaklaşıp gitti:

Uyanan Abdûlmuttâlib, heyecanlı idi. "Tayyibe" ne demekti? Tayyibe'yi kazmak nasıl olurdu? Rüyaya bir mânâ veremeden merak içinde o gün ve geceyi geçirdi.

Ertesi gün, aynı yerde yine uykuya dalmıştı. Aynı adam tekrar göründü ve seslendi: "Kalk, Berre'yi kaz!"

Rüyasında şaşkına dönen Abdûlmuttâlib, yine sordu: "Berre nedir?"

Adam yine hiçbir cevap vermeden oradan uzaklaşıp gitti.

Abdûlmuttâlib, derin uykudan daha büyük bir merak ve heyecan içinde uyandı. Ne var ki, gördüklerine bir türlü mânâ veremiyordu. O gün ve geceyi yine gördüğü rüyanın tesirinde geçirdi.

Ertesi gün idi. Yine aynı yerde yatıyordu. Aynı adam gelerek kendisine, "Kalk," dedi, "Mednune'yi kaz!"

Derin uykuda Abdûlmuttâlib, adama, "Mednûne nedir?" diye sordu, ama adam yine cevap vermeden uzaklaşıp gitti.

Abdûlmuttâlib'in merak ve heyecanı son haddine ulaşmıştı. Üç gün üst üste gördüğü rüyanın boş olmadığını elbette biliyordu; ama, mânâsını anlayacak en ufak bir ipucuna da sahip değildi.

Dördüncü gün yine aynı yerde uykuya yatan Abdûlmuttâlib, aynı adamın geldiğini gördü. Adam bu sefer şöyle seslendi:

"Zemzem'i kaz!"

Abdûlmuttâlib, "Zemzem nedir, nerededir?" diye sorunca da adamın cevabı şu oldu:

"Zemzem bir sudur ki, hiç kesilmez, dibine erilmez. Hacıların su ihtiyacını onunla karşılarsın. O, Kabe'de kesilen kurbanların kanlarının döküldüğü yer ile terslerinin gömüldüğü yer arasındadir. Alaca kanatlı bir karga gelip orayı gagalar. Orada karınca yuvası da vardır!"14

Uyanan Abdûlmuttâlib'in heyecanına bu sefer sevinç de katılmıştı. Çünkü, rüyayı mânâlandırmak için ipucunu elde etmişti. Zemzem kuyusundan defalarca bahsedildiğini duymuştu. Fakat, onun yerini kimse bilmiyordu. Çünkü Cürhümlüler, Mekke'den düşman istilâsı önünden kaçarken Kabe'nin bütün kıymetli mallarını Zemzem kuyusuna atmış, kuyunun üstünü de toprakla bir edip belirsiz bir hâle getirmişlerdi. O zamandan beri Zemzem'in ismi var, kendisi yoktu.15

Abdûlmuttâlib, artık Zemzem'in yerini bulup kazmakla vazi-felendirildiğini anlamıştı. Derhâl araştırmaya koyuldu. Rüyasında kendisine öğretilen yere gitti. Bu sırada alaca kanatlı bir karganın süzüldüğünü ve yere konarak gagasıyla bir yeri karıştırdıktan sonra havalanarak göğe doğru yükseldiğini gördü.

Abdûlmuttâlib'in sevincine diyecek yoktu. Senelerden beri gizli kalmış, hayat bahşeden bir kuyuyu bulma ve ortaya çıkarma şerefine erecekti. Zemzem'in yerini tesbit etmişti ve sıra, kazmaya gelmişti. Bu şerefi başkasına kaptırmak ve bu sırrı başkalarına açmak istemiyordu. Bunun için ertesi gün yanına bir tek oğlu olan Haris'i alarak tesbit edilen yere gitti ve kazmaya başladılar. Bir müddet devam eden kazı sonucu Zemzem Kuyusunun örülmüş duvar taşlarıyla bir daire şeklindeki ağzı meydana çıktı. Abdûlmuttâlib sevinçliydi, heyecanlıydı. Âdeta gözlerine inanamıyordu. Ama gözlerine inansa da inanmasa da görünen, bir kuyu ağzı idi. Tekbir getirmeye başladı: "Allahü Ekber! Allahü Ekber!"

Abdûlmuttâlib ve Kureyş İleri Gelenleri

Abdûlmuttâlib'in bu faaliyetini başından beri gözleyen Kureyşliler, işin artık ortaya çıkmak üzere olduğunu fark-edince, büyüklerine haber verdiler. Bir müddet sonra Kureyş büyükleri, kazılan yere geldiler ve Abdûlmuttâlib'e, "Ey Abdûlmuttâlib!.. Bu, babamız İsmail'in kuyusudur. Onda bizim de hakkımız var. Bizi de bu işe ortak et." dediler.

Abdûlmuttâlib, "Hayır, yapamam." dedi, "Bu iş sâdece bana tahsis edilmiş ve aramızdan ancak bana verilmiştir!"

Abdûlmuttâlib'in bu kesin cevabı, Kureyş ileri gelenlerinin hoşuna gitmedi. İçlerinden Adiyy b. Nevfel şöyle konuştu:

"Sen, yalnız bir adamsın. Tek oğlundan başka dayanacağın bir kimsen de yok. Nasıl olur da bize karşı gelir, bize boyun eğmezsin?"

Bu söz, Abdûlmuttâlib'in âdeta içini yaktı. Çünkü, Kureyşliler, onu kimsesizlikle küçümsüyorlardı. Bu anlayıştan fazlasıyla rahatsız olduğunu haliyle de belli etti. Bir müddet üzüntü içinde sustu. Sonra içini şöyle döktü:

"Ya, demek sen, beni yalnızlık ve kimsesizlikle ayıplıyorsun, öyle mi?"

Muhatabından hiçbir cevap gelmeyince, bir müddet düşündükten sonra, ellerini açarak yüzünü semâya doğru çevirdi ve, "Yemin ederim ki," dedi, "Allah bana 10 erkek çocuk verirse, bunlardan birisini Kabe'nin yanında kurban edeceğim!"16

Abdûlmuttâlib'in bu sözleri, hem bir dua, hem bir yemin, hem de bir adak idi.

Şam 'a Gidiş

Hâdisenin burada sona ermeyeceği belli idi. Durum da bir hayli nâzikti. Böyle hâdiseler yüzünden aralarında çok defa çarpışmalar patlak vermişti. Bunu bilen Abdûlmuttâlib, kazı işinden o anlık vazgeçti ve işin bir hakem tarafından halledilmesini teklif etti. Teklifi kabul gördü.

Hakemi tesbit ettiler: Şam'da oturan Sa'd b. Hüzeym...

Amcalarından birkaçını yanına alan Abdûlmuttâlib, Kureyş kabilelerinin ileri gelenlerinden bir grupla Şam'a doğru yolu çıktı.

Ne var ki, henüz Şam'a varmadan İlâhî Kader onları durdurdu. Abdûlmuttâlib ve yanındakilerin suları, alev saçan çölün ortasında bitti. Bu, kendileri için en büyük, en şiddetli düşmandan daha da tehlikeliydi. Abdûlmuttâlib'in müracaatına, Kureyş ileri gelenleri, "Suyumuz ancak bize yeter!" diyerek red cevabı verdiler.

Abdûlmuttâlib ile yakınlarının hayatı büyük bir tehlikeyle karşı karşıya bulunuyordu. Ellerinde yapacakları hiçbir şey de yoktu. Çöl ortasında su aramak, serabın peşinde koşmaktan farksızdı.

Abdûlmuttâlib 'in Su Aramaya Çıkması

Fakat, her şeye rağmen Abdûlmuttâlib, devesine atladı ve etrafta su aramaya koyuldu. Diğerleri ise, kendi ve yakın akrabalarının susuzluktan ölüp gidecekleri ânı bekliyorlardı.

Ama, ümitleri kursaklarında kaldı. Kâinatın Efendisinin mukaddes nurunu alnında taşıyan Abdûlmuttâlib, bir vadiden geçerken devesinin ayağı bir ara kuru otlar arasına gömülmüş irice bir taşa takıldı. Deve tökezledi, taş ise yerinden yuvarlandı. Yere düşmemek için devesine sımsıkı yapışan Abdûlmuttâlib, dönüp arkasına bakınca gözlerine inanamadı: Alev saçan çölde, yuvarlanan taşın çukurunda pırıl pırıl parlayan bir avuç su gördü!

Devesinden indi. Kılıcıyla taş kovuğunu genişletince su daha da gür akmaya başladı. Az zamanda önündeki çukurda fazlasıyla su birikmişti. Geri dönen Abdûlmuttâlib, sevinç çığlığı bastı: "Gelin! Hem size, hem hayvanlarınıza yetecek kadar su buldum!"

Hepsi, yeniden hayata kavuşmuş gibi sevindiler. Su başına giderek hem kana kana içtiler, hem de hayvanlarına içirdiler.

Bir ara Abdûlmuttâlib, kendisine su vermeyen Kureyşlilere döndü ve seslendi: "Suya gelin, suya!.. Allah bize su verdi. Hem kendiniz için, hem de hayvanlarınızı sulayın! Haydi, durmayın gelin!"

Kureyşliler, mahcup mahcup kaynağa yanaştılar. Kana kana sudan içtiler. Hayvanlarını suladılar. Kırbalarındaki bayat suyu dökerek temiz suyla doldurdular.

Kureyşliler, Zemzem Kuyusunu kazan ellerin kendilerine sunduğu bu serin ve temiz suyu içer içmez, âlemleri birden değişti. Mahcup ve suçlu bir eda içinde Abdûlmuttâlib'e dönerek, "Ey Abdûlmuttâlib!.." dediler, "Artık sana diyecek bir sözümüz yok! Anladık ki, Zemzem'i kazmak senin hakkın. Bu işe ancak sen lâyıksın. Vallahi, Zemzem hususunda seninle bir daha münakaşa etmeyeceğiz! Artık hakeme gitmeye de gerek görmüyoruz!"

Ve, hakeme gitmeden, yarı yoldan tekrar Mekke'ye hep beraber döndüler.17

Mekke'ye dönen Abdûlmuttâlib, oğlu Haris'le birlikte kazı işine devam etti ve kısa zamanda Zemzem'i ortaya çıkardı.

Kıymetli Mallar İçin Kur 'a Çektiler

Zemzem Kuyusundan bazı kıymetli mallar da çıktı. Bunlar arasında altından iki geyik heykeli ile kılıçlar ve zırhlar da vardı.

Zemzem'i ortaya çıkarma hakkını daha önce Abdûlmuttâ-lib'e bırakan Kureyş ileri gelenleri, bu kıymetli malları görünce, hırs damarları tekrar kabardı. Yine Abdûlmuttâlib'in başına dikildiler. "Ey Abdûlmuttâlib!.." dediler, "Bu mallara seninle beraber ortağız. Bunlarda bizim de hakkımız var!"

Cömert ve sabırlı Abdûlmuttâlib, önce, "Hayır. Sizin bu mallar üzerinde hiçbir hakkınız yok." diyerek isteklerini reddetti. Sonra yine cömertlik ve mertliğini ortaya koydu: "Ben yine de size yumuşak davranayım! Aramızda kur'a çekelim!"

Bundan memnun olan Kureyş ileri gelenleri, "Peki, bu kur'-ayı nasıl ve ne şekilde yapacaksın?" diye sordular.

Abdûlmuttâlib, kur'ada takib edilecek usûlü anlattı: "İlk kur'a Kabe için, iki kur'a benim için, iki kur'a da sizin için çekeriz. Kur'ada kime ne çıkarsa onu alır, çıkmayan da mahrum kalır!"

Bu usûl, tarafsız bir hâl çâresi idi. Bu sebeple Kureyşliler sevindiler ve Abdûlmuttâlib'in bu davranışını takdir ettiler. "Doğrusu," dediler, "pek insaflı davrandın!"

Kabe'nin içindeki Hülbel putunun yanına vardılar ve kur'a çektiler. Kur'a sonucu, Kureyş ileri gelenlerinin bu mallarda hakları olmadığını bir kere daha ortaya koydu: Altından geyik

heykeller Kabe'ye, kılıç ve zırhlar Abdûlmuttâlib'e düştü.18 Onların payı ise mahrumiyet oldu. Ama artık itiraz edecek durumları kalmadı ve mesele böylece kapandı.

Abdûlmuttâlib, kılıç ve zırhları dövdürüp saç hâline getirdikten sonra bununla Kabe'nin kapısını kapattı. Böylece, Kabe'yi altınla süsleyenlerden oldu.

Zemzem Kuyusunu ortaya çıkardığı zaman Abdûlmuttâlib'in yaşı kemâl yaş olan 40'a ayak basmıştı.

Otuz yıl sonra, Cenâb-ı Hakk'ın insanıyla erkek çocuklarının sayısı 10'u buldu. Bu sırada seneler önce yaptığı va'dini hatırladı: Erkek çocuklarından birini Kabe'de kurban etme vaadi. Ama hangisini?.. Hepsi de birbirinden güzel ve sevimli idi; fakat, Abdullah çok daha başka idi.


--------------------------------------------------------------------------------

10 İbn-i Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 6(5, 70, 74; Tabert, Tarih, c. 2, s. 181-185.

11 İbn-iSa'd, A.g.e.,c. 1,s. 75, 80.

12 Ibn-i Sa'd, A.g.e., c. 1, s. 79-80.

13 İbn-i Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 82-83.

14  İbn-i Hişam, Sîre, c. 1, s. 150-151.

15 Geniş bilgi için Bkz.: M. Dikmen-B. Ateş, Peygamberler Tarihi, c. 1, s. 229-232.

16 Ibn-i Hişam, Sîre, c. 1, s. 160; Ibn-i Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 88; Taberî, Tarih, c. 1, s. 128.

17 ibn-i Hişam, Sîre, c. 1, s. 152-153; İbn-i Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 84.

18 ibn-i Hişam, Sîre, c. 1. s. 145-146; ibn-i Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 85. Abdûlmuttâlib'in diğer (erkek) çocuklarının adları şöyledir: Abbas, Hamza, Ebû Tâlib (Abd-i Menaf), Zübeyr, Haris, Had, Mukavvim, Dırar, Ebû Leheb [Abdû'l-Uzza] (ibn-i Hişam, c. 1, s. 113; İbn-i Sa'd, c. 1, s. 88).


Abdullah

   



Abdullah, Abdûlmuttâlib'in erkek çocuklarından sekizincisi idi. Sîret ve surette diğer kardeşlerinden çok farklıydı.

Dünyaya gelir gelmez babasının alnında parlayan Nuru Muhammedi, onun alnına geçmişti. Bu nur, yüzüne hârika bir güzellik ve müstesna bir tatlılık bahsetmişti. Ama hiç kimse, bu güzellik ve tatlılığın nereden ve niçin geldiğinin farkında değildi.

Abdûlmuttâlib 'in, Oğullarıyla Konuşması

Artık oğullarının 10'u da büyümüştü.

Va'dini unutmayan Abdûlmuttâlib, onları bir gün bir araya topladı ve işin hikâyesini anlatarak, içlerinden birini kurban etmesi gerektiğini bildirdi. Hepsi de tereddütsüz razı oldular. Sonra da babalarına sordular: "Peki nasıl yapalım bunu?.. Kimin kurban edileceğini nasıl tesbit edelim?'"

Abdûlmuttâlib, böyle bir durumda nasıl yapılması gerektiğini biliyordu. Şöyle dedi:

"Her biriniz birer ok alın, üzerine kendi isminizi yazın ve okları bana verin!"

İtaatkâr çocuklar, babalarının emrini derhâl yerine getirdiler. Her biri okdanlığından bir ok çekti; üzerine kendi İsmini yazdıktan sonra, babasına uzattı.

Okları toplayan Abdûlmuttâlib, doğruca Kabe'ye vardı. Meselenin nasıl halledileceğini anlaşılmıştı artık: Hübel putunun yanında ok çekilecek, kimin oku çıkarsa o kurban edilecekti.

Böyle durumlarda, Kureyş, bu usûlle başvururdu.

Kur 'a Çekilişi

Kabe'nin yanına varan Abdûlmuttâlib'in etrafını şehir halkı sarmıştı. Elindeki 10 oku, Allah'a verdiği sözünden caymış sayılmaması için, tereddütsüz, ok çekme memuruna uzattı. On okun üzerinde 10 ciğerparesinin ismi vardı. Hangi ok çıkarsa çıksın, ciğerinden bir parça kopacaktı.

Memur, oklardan birini çekti. Üzerindeki ismi titrek bir sesle okudu: "Abdullah!.."

Şefkatli baba, duyduğuna inanmak istemedi; oku memurun elinden çekip aldı, dikkatlice baktı ve okudu: "Abdullah..."

Göz pınarları bir anda yaşlarla doldu. Boğazında hıçkırıklar düğümlendi. Şefkati ve hisleri öylesine kabardı ve coştu ki, bir an "Olamaz!" diyerek haykıracak gibi oldu. Son anda Allah'a verdiği sözü hatırlayarak, çelik gibi iradesiyle şefkat ve hislerine gem vurdu. Yıkılmış bir hâlde, yüzünü Kabe'den evine doğru çevirdi ve ümitsiz ümitsiz yürüdü.

Evinde herkes onu bekliyordu. Hiçbirinin kur'a sonucundan haberi yoktu. Eve giren Abdûlmuttâlib'in gözleri bir anda, pırıl pırıl parlayan oğlu Abdullah'ın yüzüne dikildi. Şefkat ve merhametinin tekrar kabarıp his dünyasının içine girdiğini görünce, yüzünü başka tarafa çevirdi. Teslimiyet içinde bakan oğullarını daha fazla merakta bırakmak istemedi ve şöyle konuştu:

"Abdullah!.. Allah, kendisine kurban edilmek üzere seni seçti. Bu şerefi kardeşlerin arasında sana ihsan etti!"

Abdûlmuttâlib ailesini ve evini alev alev yakan bu haber, bir anda Mekke sokaklarını da hüzün ve kedere boğdu. Herkes birbirine soruyordu: "Abdullah mı, o güzel, o tatlı çocuk mu kurban edilecek?"

Abdûlmuttâlib, yanan yüreğine, kasırgalaşan hislerine, okyanus dalgalarını andıran şefkat ve merhamet duygularına aldırmadan, biricik oğlu Abdullah'ın bileğini kavradı ve onu doğruca İsaf ve Naile putlarının yanına götürdü. Nur yüzlü Abdullah'ta sanki Hz. İsmail'in teslimiyeti vardı. Yüzünde en ufak bir memnuniyetsizlik belirtisi görünmüyordu.

Abdûlmuttâlib'in bir elinde bıçak, diğer elinde oğlu Abdullah'ın eli vardı. Kurban edilmesi için her şey tamamdı. Bu sırada birtakım gürültüler duyuldu. Kureyş eşrafı geliyordu. İçlerinden biri seslendi: "Ey Abdûlmuttâlib!.. Ne yaprak istiyorsun?"

Abdûlmuttâlib, nur yüzlü oğluna bakarak cevap verdi: "Onu kurban edeceğim!"

Bu cevap, kalabalık arasında hayret ve heyecan meydana getirerek dalgalandı. Müdahale ettiler. "Ey Abdûlmuttâlib!.." dediler, "Bu nasıl olur? Sen ki Mekke'nin büyüğüsün. Böyle yaparsan, sonra herkes senin yaptığını yapmaz mı? Herkes oğlunu kurban ederse bizim de soyumuz kesilmez mi?"

Bütün kalabalık, Abdûlmuttâlib'in aleyhindeydi. Hattâ, hisleri, duyguları da... Lehinde olan tek şey, çelikten iradesiydi. Allah'ına söz vermişti ve bu sözünü mutlaka yerine getirmeliydi. Çünkü, Allah, onun istediğini vermişti: On erkek çocuk ihsan etmişti. Kurban etmemek, O'na karşı nankörlük olurdu.

Bu sırada Abdullah'ın dayısı Abdullah b. Muğire ortaya atıldı ve, "Ey Abdülmuttâlib!.." dedi, "Vallahi, meşru bir mazeret olmadıkça sen onu kurban edemezsin! Onu kurtarmak için, gerekirse bütün malımızı vermeye hazırız!"

Abdülmuttâlib'in duyguları, şefkati, merhameti de sanki dillenmiş ve kendisine aynı şeyleri haykırıyorlardı. Fakat, çelikten iradesi bir türlü gevşemiyordu.

Kureyşliler ve oğulları, yalvarmalarının netice vermediğini görünce, bu sefer şöyle bir teklifte bulundular:

"Ey Abdülmuttâlib!.. Abdullah'ı al, Şam'a git! Orada bir kadın var: Kâhin ve bilgin bir kadın. Doğudan batıdan zorlukta kalan herkes, ülkeler aşıp ona gider. Herkesin derdine bir çâre bulur. Elbette senin için de bir çâre bulur. 'Abdullah boğazlanacak.' derse, gel, onu boğazla; yok, eğer seni de, Abdullah'ı da, bizi de üzüntüden kurtaracak bir çâre bulursa, ona göre hareket edersin!"19

Bu fikir, Abdûlmuttâlib'in aklına yattı. Derhâl Abdullah'ı yanına alarak Şam'a doğru yola çıktı. Medine'ye geldiklerinde, kâhin kadının Hayber'de olduğunu öğrendiler. Oradan Hayber'e geldiler. Arrafe adındaki kâhineyi buldular.

Abdülmuttâlib, durumu olduğu gibi anlattı. Kadın sordu: "Sizde bir insanın diyeti nedir?" Abdülmuttâlib, "On deve." dedi.

Bunun üzerine kâhin kadın, "Gidin, 10 deve hazırlayın. Çocukla 10 deveyi alıp, ok çektiğiniz yere götürün. Bir tarafta çocuğunuz, diğer tarafta ise 10 deve olmak üzere ikisi arasında ok çekin. Eğer ok develere çıkarsa, develeri kurban edip çocuğu kurtarın; yok, eğer ok çocuğa çıkarsa, her defasında develerin sayısına bir diyet miktarı daha ekleyerek Rabbiniz sizden razı oluncaya kadar ok çekmeye devam edin! Ne zaman ok develere çıkarsa, onları boğazlayıp kurban edin. Bu şekilde hem Rabbinizi razı etmiş, hem de çocuğunuzu kurban olmaktan kurtarmış olursunuz." dedi.20

Ortaya konan çâreyi uygun bulan Abdûlmuttâlib, sevinçten uçacak gibi oldu. Vakit kaybetmeden Mekke'ye döndü. Abdûlmuttâlib ailesi ve Mekke halkı da bu habere son derece sevindi.

Kur 'a Neticesi

Mekke'ye dönüşünün ertesi günü idi.

Abdûlmuttâlib, biricik oğlu Abdullah'ı ve 10 deveyi alarak Kabe'ye gitti. Kâhin kadının tavsiyesi üzerine, Abdullah ile 10 deve arasında kur'a çekilecekti.

Abdûlmuttâlib, sevinç içinde, memura, "Çek!" dedi.

Çekilen ok Abdullah'a çıktı!

Develerin sayısını 20'ye çıkardılar.

Memur tekrar oku çekti. Ok yine Abdullah'ı gösterdi!

Develer 30'a çıkarıldı. Ok tekrar Abdullah'a isabet etti.

Develer 40 oldu. Ok yine Abdullah'a çıktı.

Elli oldu. Ok Abdullah'a çıkmakta ısrar ediyordu!

Altmış, 70, 80, 90 oldu. Ok, ısrarla Abdullah'ı gösteriyordu! Sanki başka bir âlemden emir alır gibiydi.

Abdûlmuttâlib, hayret ve heyecan içindeydi. Her çekim esnasında ellerini semâya doğru kaldırarak dua etmekten de geri durmuyordu.

Nihayet, develerin sayısı 100'ü buldu.

Tekrar ok çekilince, merakla bakanlar derin bir nefes aldılar. Çünkü, ok, develere çıkmıştı!

Herkes gibi Abdûlmuttâlib'in de gözleri sevinçle parladı. Fakat, onun bu sevinci fazla sürmedi. Derhâl ciddileşti. Kendisini fazla tebrike imkân tanımadı ve şöyle konuştu:

"Vallahi, üst üste üç defa daha çok çekeceğim; tâ ki kalbim mutmain olsun!"

Çekiliş üç defa daha tekrarlandı. Her defasında sevinç çığlıkları atılıyordu. Çünkü, üç seferinde de ok, develere çıkmıştı.

Bu sevincini Abdûlmuttâlib, "Allahü Ekber, Allahü Ekber!" diyerek izhar etti ve diz çökerek duada bulundu.

Böylece, Abdullah, kurban edilmekten kurtuldu.

Sevgili oğlunun kurban edilmekten kurtulmasına son derece sevinen Abdûlmuttâlib, 100 devenin Safa ile Merve arasına götürülüp, yan yana kurban edilmesini emretti. Emri derhâl yerine getirildi. Kurban edilen develerin etlerinden Mekke halkı bol bol istifade etti. Alamadıklarını da kurtlar, kuşlar, köpekler, vahşî ve ehil bütün hayvanlar paylaştılar.

O günden itibaren, Kureyşliler ve Araplar arasında, bir insan diyetinin 100 deve olarak kabul edilme âdeti benimsendi.21

Resûli Ekrem Efendimiz de, bu âdeti olduğu gibi bırakmıştır.22

Hz. Abdullah 'ın İffeti

Aynı gündü.

Herkes neticeden memnun, kur'a yerinden dağılıyordu. Abdûlmuttâlib de sevgili oğluyla birlikte şehre geliyordu. Kabe'nin yanından geçerlerken, babasından bir hayli geride kalmış Abdullah'ın karşısına bir kadın dikildi. Bu kadın, Abdullah'ın dillere destan güzelliğine hayranlardan biri olan, Varaka b. Nevfel'in kız kardeşi Rukiyye idi. O da, kardeşi Varaka gibi eski mukaddes kitapları okumuş, o kitaplarda âhirzamanda gelecek peygamberin sıfatlarını görmüş ve öğrenmişti. İç âleminde, Abdullah'ın yüzünde, o âna kadar hiç kimsede görmediği müstesna parlaklıkla karşı karşıya kalınca, bu sıfatlarla münâsebet kurdu. Bu şerefi başkasına kaptırmamak için de, âdeta güzelliğini ve iffetini unutarak Abdullah'ın yanına yaklaştı ve fısıldadı:

"Delikanlı, biraz dursana!"

Abdullah durdu.

Kadın, "Nereye gidiyorsun?" diye sordu.

Yüzünde parlayan nurun masumiyeti içinde Abdullah, "Babamla gidiyoruz." diye cevap verdi.

Kadın, bu masum cevap üzerinde pek durmadı ve asıl maksadını açıkladı. "Abdullah," dedi, "benimle şimdi evlenir misin?"

Abdullah'ın yüzü bir anda kıpkırmızı kesildi. Masumiyetini yırtmak isteyen bu teklife pek aldırmadı ve yoluna devam etmek istedi.

Fakat, Rukiyye, ona sahip olmak istiyordu. Arzusunu bir başka teklifle câzib hâle getirdi. "Eğer" dedi, "benimle evlenmeyi kabul edersen, senin için kurban edilen develer kadar develerim var, onların hepsini sana vereyim!"

Abdullah, bu câzib teklife de iltifat etmedi ve iffetini sergileyen şu cevabı verdi:

"Haram öyle acıdır ki, ölüm acısı onun yanında çok hafif kalır; helâl ise çok tatlıdır. Ey kadın, sen git, açıkça helâlinden ara! Şeref ve iffet sahibi olanlar, namuslarını ve dinlerini titizlikle korurlar. Onlar, namussuzluk demek olan bir işe nasıl teşebbüs ve cesaret edebilirler?"23

Bu asil cevabından sonra da, güzel Rukiyye'nin hüzün ve hayranlığı birleştiren bakışları önünde yoluna devam etti.

Günler sonra, evlenmiş bulunan Hz. Abdullah, aynı kadınla Mekke sokaklarında bir kere daha karşılaştı. Aynı Rukiyye, ona karşı en ufak bir arzu ve hasret belirtisi göstermedi; bilâkis, hissiz ve bakışları, hayranlık şöyle dursun, çok donuktu.

Abdullah sebebini sordu: "Ne oldu sana?.. Hâlin değişmiş!"

Rukiyye, "O gün, alnında esrarlı bir nur parlıyordu. O nur karşısında kendimden geçtim. Ama şimdi onu göremiyorum!" diye cevap verdi.

Evet, Hz. Abdullah'ın alnında parlayan nur artık yoktu.

Çünkü, Kâinatın Efendisine hâmile olan, annelerin en büyüğü Hz. Âmine'ye intikal etmişti.

Aslında, Hz. Abdullah'a hayran ve meftun olan sâdece bu kadın değildi. Kötü ahlâktan uzak, tertemiz ve en güzel haslet ve faziletlerle bezenmiş bu delikanlıya bütün Kureyş kızlarının gözleri çevrilmişti! Ama, yüzündeki parlaklığın sırrına akıl erdiremeden; Hak Teâla'nın ona âhir zaman peygamberinin babası olmak gibi şereflerin en büyüğünü mukadder kıldığının hikmetini idrak edemeden!..

Hz. Abdullah'ın, Hz. Amine'yle Evlenmesi

Hz. Abdullah, gün geçtikçe büyüyor, büyümesiyle de gönülleri etrafında pervane gibi döndürüyordu. Fakat, o, dönen pervanelerin hiçbirine iltifat etmiyor, iffet ve namusunu tertemiz koruyordu.

Çok sevdiği oğlunun evlenme çağına geldiğini gören Abdûlmuttâlib, bir an evvel onu mes'ud bir yuvaya kavuşturmak istiyordu. Ancak, ona, her yönüyle denk birini bulmak gerekiyordu. Abdûlmuttâlib, bunu bulmada gecikmedi. Benî Zühre Kabilesinin büyüğü Vehb b. Abdi Menafin yanına vararak, kızı Âmine'yi oğlu Abdullah'a istediğini söyledi. Vehb, teklifi memnuniyet ve sevinçle karşıladı, sonra da şöyle konuştu:

"Ey amcamoğlu!.. Biz bu teklifi sizden önce aldık! Amine'nin annesi, geçenlerde bir rüya görmüştü. Anlattığına göre, evimize bir nur girmiş, aydınlığı yerleri ve gökleri tutmuş. Ben de bu gece rüyamda, dedemiz İbrahim'i (a.s.) gördüm. Bana, 'Abdûlmuttâlib'in oğlu Abdullah ile kızın Âmine'nin nikâhlarını bea kıydım! Sen de onu kabul et.' dedi, Bugün sabahtan beri bu rüyanın tesiri altındayım. 'Acaba ne zaman gelecekler?' diye kendi kendime sorup duruyordum!"

Bunları duyan Abdûlmuttâlib, sevincinden, "Allahü Ekber! Allahü Ekber!" diyerek tekbir getirdi.

Vehb'in kızı Âmine, hem güzellik, hem ahlâk, hem de neseb itibarıyla Kureyş kızları arasında en yüksek mevkiye sahipti. Her hususta Abdullah'a denkti ve henüz 14 yaşlarında bulunuyordu. Abdullah ise, bu sırada 24 yaşlarında idi. Kısa zamanda düğün yapıldı ve Kâinatın Efendisini dünyaya getirecek mes'ud aile yuvası kuruldu.24

Hz. Abdullah'ın Vefatı

Evliliklerinin üzerinden henüz birkaç hafta geçmişti ki, birçok kimsenin farkettiği garib bir durum oldu: Hz. Abdullah'ın yüzündeki nur, Hz. Âmine'nin alnında parlamaya başladı. Demek ki, artık Hz. Âmine, Kâinatın Efendisine hâmile idi.

Evliliklerinin ilk ayları dolmuştu.

Hz. Abdullah, bir ticaret kervanına katılarak Suriye'ye gitti.

Gidiş, o gidiş oldu; Hz. Abdullah, bir daha Mekke'ye dönmedi. Aylar sonra Mekke'ye dönen ticaret kervanı arasında Hz. Abdullah yoktu. Sâdece acı haberi vardı.

Hz. Abdullah, ticaret yolculuğundan dönüşte Medine'de hastalanmıştı. Ve onu orada dayılarının yanına bırakmışlardı.

Bu haberi alan Abdûlmuttâlib, derhâl oğlu Haris'i Medine'ye gönderdi. Haris, Medine'ye varıncaya kadar her şey olup bitmişti. Hz. Abdullah, Kâinatın Efendisi oğlunun bir kerecik olsun yüzünü görmeden ebedî âleme göç etmişti ve orada Adiyy b. Neccar Oğullarından Nabiğa'nın evinin avlusuna defnedilmişti.

Haris, bu acı haberi alıp Mekke'ye getirdi. Mekke bir anda matem havasına büründü. Genç ihtiyar, küçük büyük arasında fark gözetmeyen ölümün, Abdullah'ı bu genç yaşında beklenmedik bir zamanda sinesine alışı, Abdûlmuttâlib Ailesini derin bir üzüntüye boğdu. Mekke halkı da gözyaşlarıyla onların teessürüne iştirak etti.

Hele, henüz genç bir gelin olan Hz. Âmine'nin teessürünü tarif etmek imkânsızdı Haberi duyduğu andan itibaren bir mum gibi erimeye yüz tuttu. Günlerce gözyaşlarını tutamadı. Ağladı, ağladı. O ağlarken, bütün insanlığın gözyaşını beraberinde getireceği nurla silecek ve acılarını dindirecek zâtın dünyaya gelişine ise iki ay gibi kısa bir zaman kalmıştı.

Hz. Âmine, hâdiseden duyduğu derin üzüntüyü gözyaşları arasında şiirinde şöyle dile getirdi:

Artık, Mekke 'nin Betha kolu Haşîm Oğullarından boş kaldı. Mekke, Haşîm Oğullarının sânından mahrum kalacak artık!

Ölümün dâvetine uyarak, evinden örtüler ve kefenler içinde çıkıp kabre gitti.

Ölüm (yeryüzünde yıllarca dolaşıp dursa) insanlar arasında, Haşîmoğlu gibi bir yiğit bulup boşluğunu dolduramaz.

Dostları onun tabutunu taşımak için koşuştular, onu elden ele alıp götürdüler.

Ne yazık ki, ecel, hiç beklenmedik bir zamanda onu çekip kendine aldı. Hâlbuki o, ne kadar güzel, ne kadar cömert ve ne kadar da merhametli biri idi!2S

Hz. Abdullah 'in Bıraktığı Miras

Hz. Abdullah, yeni evliydi. İstikbâlini temine yeni yeni hazırlanırken dünyaya gözlerini yummuştu. Bu sebeple maddî plânda geride son derece mütevazi bir mîras bıraktı: Ümüm Eymen Bereke adında, Kâinatın Efendisini çok seven bir câriye, beş deve, birkaç koyun, bir kılıç ve bir miktar da gümüş para.26

Fakat, geriye, Allah'ın lûtfuyla İki Cihanın Güneşi olacak hayırlı hayırlı bir evlâd bıraktı. Nuruyla âlemi aydınlatacak bir zât: Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed (s.a.v.)...


--------------------------------------------------------------------------------

19 ibn-i Hişam, Sîre, c. 1, s. 162; Taberî, Tarih, c. 2, s. 174.

20 Ibn-i Hişam, Sîre, c. 1, s. 163; Taberî, Tarih, c. 2, s. 174.

21 Ibn-i Hişam, Sîre, c. 1, s. 164; ibn-i Sa'd, Tabakat, c. 1. s. 89; Taberî, Tarih,c. 2, s. 174.

22 Ibn-i Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 89.

23 İbni Hişam, Sîre, c. 1, s. 164; Ibni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 9596.

24 ibni Hişam, Sîre, c. 1, s. 167; ibni Sa'd, Tabakat, c. 1. s. 94.

25 ibni Sa'd, Tabakat, c. 1, s 100.

26 İbni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 167; ibni Sa'd, A.g.e., c. 1, s. 100.